Fener, Balat, Ayvansaray (Hayallere Visa Kültür, Yazar: DERYA DİLER)
Profesyonel rehber Ahmet Faik Özbilge, Fener, Balat, Ayvansaray bölgesi üzerine uzmanlaşmış ve orayı anlatan bir kitap yazmış. Özbilge, Hayallere Visa okuyucuları için bölgeye özel bir günlük gezi programı da hazırladı…
» PDF için tıklayınız «
Aktör Bir Turist Rehberi
Süleyman Karan (Downtown dergisi editörü): Neden seçimin Fener, Balat ve Ayvansaray oldu?
Ahmet Faik Özbilge: Fener, Balat, Ayvansaray günlük İstanbul yürüyüş turlarının en klasik ve ilginç güzergahlarından biridir. Ben bu turu 90lı yılların sonlarından itibaren yapmaya başladım. Şimdi Galatasaray Üniversitesi’nde hoca olan, ama o zamanlar rehberliğe de devam eden Besim Dellaloğlu ile bu kadar çok malzemenin bulunduğu bir bölgeyle ilgili, insanların bilgi bulabileceği doğru dürüst bir kaynak olmadığını farkettik. Haydi buraların kitabını yazalım dedik. Besim’in okul işleri yoğunlaşınca o devam edemedi. Bense buralara gidip geldikçe, insanlarla konuştukça, okudukça Fener, Balat, Ayvansaray’a öyle bir bağlandım ki, tüm tembelliğime rağmen sonunda bu kitabı bitiremeden edemedim. İşin aslında, soruna cevap olarak, buralar beni seçti desem yeridir yani. İstanbul’un tarihini, kültürünü oluşturan değişik halkların neredeyse hemen hepsinin yaşamış olduğu yerler buralar.
S.K.: Yıllardır yabancı turistleri gezdiriyorsun… Onlara anlattıklarınla bu kitapta anlattıkların arasında nasıl bir fark var?
A.F.Ö.: Öyle bir sordun ki, duyan da, senelerdir yabancılara bir sürü martaval anlatıp durursun, burada da böyle mi yaptın diye anlayacak şimdi(gülüşme sesleri)… Aslında, yıllardır rehberlikte edindiğim insan ilişkileriyle ilgili deneyimlerimi, kitaba elimden geldiğince taşımaya çalıştım. Rehberlik biraz da aktörlüktür. Çok şey bilmesine karşın, grubu sıkıp, boğup o tura çıktığına pişman eden rehberler olduğu gibi, ortalama bilgisini anlatım kabiliyetiyle süsleyip, işin özünü gerektiği dozda vererek grubunu uçuranlar da çoktur. Ben, ikinci kategorinin çok şey bilen türünden bir rehber olmayı tercih ettiğimden kitapta da öyle davrandım. Yani, yıllardır benimle tur yapmaktan, genellikle hoşnut kaldıklarını bildiğim turistlerime gösterdiğim ihtimamın aynısını okuyucuya da göstermeye çalıştım. İçeriği soruyorsan eğer, o hep dolu dolu olmuştur zaten…
S.K.: “Her semtin bir ruhu var” derler… Bana biraz zorlama bir lirizm gibi gelir… Sen bu üç semtte ruhu hissedebildin mi?
A.F.Ö.: Acaip ruhsuz bir insan dahi olsan, buralara bir kez gelip de, bahsettiğin ruhu hissetmeme şansın yok ki. Buralar zaten ruhlar alemi gibi bir şey. Mekanlarla, içinde yaşayanların bu denli farklı olduğu başka bir yer daha yoktur herhalde. Binaların eski yaşayanları çoktan ruhlara karışmış bile… Rum ve Yahudi evlerinin çoğunda Siirt’ten, Urfa’dan göç etmiş aileler oturuyor. Sinagogların biri hariç hepsi kapalı ya da virane halinde. Kiliselerin ne doğru dürüst cemaati kalmış ne de papazı. Sanki, her bir yanda hayaletler dolaşıyor gibi. Söylerken bana da komik geliyor ama, inan taşların konuşup, bana sanki, ne olur bizi yaz dediklerini hissederdim…
S.K.: Son dönemde yazılan tüm semt kitaplarında azınlıklar biraz önplana çıkıyor gibi… Sence sebebi nedir? Neden kimse kalkıp, azınlık olmayan bir semti kitap yapmaz?
A.F.Ö.: Buna, azınlıklar niye önplana çıkıyor diye bakamazsın. Bir semti oluşturan ögeler nelerse onlar önplana çıkar. Yani, demin sorduğun, o semtin ruhunun sahipleri, doğal olarak en çok bahsi geçenler olurlar. Eyüp’le ilgili kitapta da, Osmanlı’nın önplana çıkması kaçınılmazdır. Ayrıca, Eyüp, Üsküdar gibi Türk ya da Müslüman ağırlıklı semtler üzerine de kitaplar yazıldı, yazılıyor da. İlla, yine de azınlıklar önplana çıkıyor dersen de, bugün İstanbul dediğimiz şehir kurulduğunda Bizantion, en şaşalı devirlerinde de Konstantinopolis değil miydi ? Dolayısıyla, şehrin en köklü semtlerinde, ister istemez, senin bugün azınlık dediğin, ama vakti zamanında oraların sahibi ya da yaşamışı olan bu insanlardan bahsetmemek işin doğasına aykırı olmaz mı? Tabi bu soruyu, biraz da, cumhuriyetle birlikte Osmanlı’nın unutturulma politikası bağlamında soruyorsan, o da üzerinde tartışılacak çarpıcı bir konu. Fakat yine de bu, daha önce belirttiğim gerçekleri değiştirmiyor…
S.K.: Bu üç semtte seni en çok çarpan nedir?
A.F.Ö.: Herşeyden önce, beni en çok çarpan, buraları gezdirdiğim, kendisine entellektüel gözüyle bakan bir çok İstanbullu’nun şaşkınlığıydı. Ahmet Bey iyi ki bu gezinize katılmışız, burnumuzun dibinde neler varmış da biz bilmiyormuşuz gibi cümleleri o kadar çok duydum ki. Tabi, ben rehber olmasaydım, benim yolum da buralara hiç düşmeyecekti belki de, o ayrı… Bir diğer çarpıcı şey, yok olma sürecinin izlenilebilirliği. Bir gün turda, Balat’taki Tur-ı Sina Metokhionu’nun önünden geçerken, mermer kapı alınlığındaki İsa’nın elinin üzerindeki beyazlık dikkatimi çekti. Yakından bakınca, gördüm ki, birileri eli kırmış, kapının her tarafı toz içinde olduğundan, kırık mermerin beyazı gözüküyor. Oysa daha üç hafta önce, aynı yerden geçtiğimde el sapasağlamdı… Bir de, oraların en etkileyici binası olan Kırmızı Mektep’in Patrikhane olmadığını öğrendiğimde çarpılmıştım. Rehberliğimin ilk yıllarında, burdan geçerken, bir sürü Fransız gruba Kırmızı Mektep’i Patrikhane diye göstermiştim… Aslında çarpılmak isteyene, oralarda daha bir sürü şey var, ama gidip görmek, yaşamak lazım…
S.K.: Semtleri anlatan kitaplar yazmak, hem bayağı bir araştırma, hem gözlem yeteneği hem de duygu ister… Sende üçü de var mıydı?
A.F.Ö.: Vardı, vardı ! Hala da var
S.K.: Eski İstanbul’u temsil eden birkaç semt kaldı? Sen bu kitabı yazarken, daha farklı bir gözle bakmışsındır? Bu semtlerin hala kurtulma şansı olabilir mi?
A.F.Ö.: Kurtulma derken ne kastettiğin önemli. Şu an zaten, devam eden çalışmalar var. Tekfur Sarayı gibi yerlerde, Belediye tarafından yürütülen, hararetli bir restorasyon çalışması göze çarpıyor. Avrupalılar bir sürü evi restore ediyorlar. Ev fiyatları iyice arttı, yatırım olarak buralardan çokça gayrımenkul alanlar var. Kadir Has Üniversitesi’nin çalışmaları var. Fatih Belediyesi’nin üzerinde çalıştığı Ayvansaray Yolu projesini de unutmamak lazım. Mavi Kalem gibi, bu semtlerde yaşayanları bilinçlendirme amaçlı sivil toplum örgütleri var. Fener Balat güzelleştirme Derneği var. Yeni açılan bir sürü güzel restoran var. Ama tüm bunlar arasında bir irtibat, dayanışma, ortak bilinç var mı ? Bu bir kurtarma operasyonu mu, yoksa paylaşma mı ? Şu an bana paylaşma gibi geliyor. Yine de birşeyler yapılması güzel tabi. Ama bence herşeyden önce, buradaki her unsuru adaletli bir şekilde sahiplenmemiz gerekiyor… Aksi takdirde, her kurtaran kendine kurtarıyor.
S.K.: Bazı yazarlar, bu tip kitapları yazarken, azınlıktan biri olmamalarına rağmen onlarla öyle bir empati kuruyor ki, sonuçta ortaya “İstanbul; sadece Ceneviz’den, Roma’dan ve Bizans’tan bir şeyler almış, gerisi hikaye” gibi bir tablo çıkıyor? Bu biraz oryantalistçe bir bakış değil mi?
A.F.Ö.: Doğrudur, ama yine de, bir kitabı yazarken, durduğun yere göre değil, bakıp da yazmak istediğin yere göre yazmalısın diye düşünüyorum. Yani, azınlıklar hakkında yazıyorsun ama, sen Türksün, Osmanlısın unutma sakın zihniyetini doğru bulmuyorum. Bahsettiğin empatiyi kuranların bir kısmının, hakikaten o yönde etkilendiklerinden böyle davrandığını düşünüyorum… Gerisi hikaye yaklaşımı, tabi ki çok at gözlüklü veya art niyetli…
S.K.: Kitabı yazdın, basıldı… Şimdi göz attığında keşke şu bölümü farklı bir biçimde yazsaydım gibi bir duyguya kapılıyor musun?
A.F.Ö.: O duyguya, zaten kitabı yazarken de kapılıp, bir çok şeyi değiştiriyorsun. O kadar çok şey var ki, hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olamıyorsun. Daha çok araştırdığında, konuyla ilgili fikrin veya yaklaşımın da değişebiliyor. Fakat bir süre sonra farkediyorsun ki, bu şekilde kitabın bitmesine de imkan yok ve şimdiye kadar yazdıkların, aslında o kadar da fena değil. Hatta, bunları senin kadar bilmeyenler için oldukça güzel… Şu an için farklıdan ziyade, ileride daha geniş yazma düşüncem var. Bir de, buralar sürekli bir değişim içerisinde, bunlar için de eklentiler yapmak gerekecek haliyle…
S.K.: Rehberlikle denk düşen bir alanda yazmayı seçtin… Devamı gelecek mi? Mesela biraz daha Osmanlı semtlere ne dersin? Süleymaniye gibi!
A.F.Ö.: Sevgili Süleymancığım, bana istersen, sen de mi oryantalist çıktın Ahmet diyebilirsin, ama şu an üzerinde çalıştığım semt, senin şu Cenevizlilerinin adının sıkça geçtiği Galata. Orayı da bitireyim, bakarız… İşin aslı, beni cezbeden, bir semtin azınlık ağırlıklı olmasından ziyade, çok renkli olması. Bu dediğimi, Fener’de, Balat’ta, Ayvansaray’da, Galata’da Türküyle, Rumuyla, Yahudisiyle, Ermenisiyle, Bulgarıyla, Çingenesiyle, Levanteniyle gayet rahat bulabiliyorum. İster istemez, Galata’dan sonra, bir de Beyoğlu’na çıkmak gerekiyormuş gibi gözüküyor. Ama kimbilir, belki de bambaşka bir çekim alanına kapılıp gidebilirim. Şu an için kesin olan tek şey, durmayı düşünmediğim…
S.K.: Anadolu’yu da geziyorsun… Sonuçta Sivas, Trabzon, Konya, Mardin ve daha niceleri İstanbul ortada yokken, şehirleşmiş… Anadolu’dan böyle semtler çıkar mı?
A.F.Ö.: Niye çıkmasın ki ! Belki artık, bugün çok büyümüş İstanbul kadar olmaz ama, illa ki yazılacak bir çok şey vardır. Artık, birilerinin çıkıp bunları yazması lazım, insanların kendi sokaklarını, hayatlarını yazıya dökmeyi en azından denemeleri lazım. Bunların hepsi bir birikim ve ne yazık ki, bir çoğu garip bir vurdumduymazlıkla mezara gidip yokolmaya devam ediyor… Her neyse, Süleymaniye’den sonra, Konya’yı, Mardin’i, Trabzon’u da bana yazdırmayı düşünmüyorsun herhalde…
Fener Balat Ayvansaray Üzerine
– Öncelikle kendinizden bahsedebilir misiniz? 10-15 satırlık bir özgeçmiş gibi.
Ahmet Faik Özbilge: 1965 yılında, İstanbul’da dünyaya geldim. Çocukluğum Üsküdar ve Boğaz’ın Anadolu yakasındaki semtlerde geçti. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim. Önce biraz kimya mühendisliği okudum. Ama, rehberliğe başlayınca, daha rahat bir bölüm olan sosyolojiye transfer olup, diplomamı oradan aldım. Mezun olduğumda 28 yaşıma gelmiştim bile. Yıldız Teknik’te 3 sene kadar müzecilik yüksek lisansına devam ettikten sonra da askere gittim. Bu arada, Türkiye’nin her yerinde, özellikle Fransa’dan gelen guruplara rehberlik yapıyor, zaman zaman da Türk gurupları çeşitli ülkelere götürüyordum. Fener Balat Ayvansaray kitabını yazdıktan sonra, bazı dergilerde gezi yazılarım da yayınlanır oldu. Hatta televizyonda bir programda, uzunca bir süre İstanbul’un değişik semtlerini anlattım. Halen, bir yandan yurtiçi ve yurtdışında rehberlik yapıyor, diğer yandan da İstanbul’la ilgili yeni kitaplar hazırlıyorum.
– Fener, Balat, Ayvansaray bölgesiyle ilgili bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?
A.F.Ö.: 1987 yılında, üniversitedeyken profesyonel rehberlik kokartımı aldım ve ondan sonra Türkiye’de neredeyse gitmediğim yer kalmadı. Yaklaşık 10 sene önce de, Fener, Balat, Ayvansaray semtlerinde yürüyüş turlarına rehberlik yapmaya başladım. Eski İstanbul’un çok kültürlülüğünün en çarpıcı örnekleriyle dolu bu semtler, gün be gün ilgimi daha fazla çeker oldu. Sanırım, aileden İstanbulluğum, binaların bakımsızlığı, terkedilmişliği ve hatta yok olmaya yüz tutmuşluğu bende bu semtlerle ilgili şefkata dayalı bir bağ oluşturdu. Tabiri caizse, taşlar, binalar dile geldi, ne olur yaz bizi diye yalvardı. Tarihi, İstanbul’u ve insanları seven birisi olarak buna kayıtsız kalamazdım. Ben de yazmaya karar verdim. Semtlerin her yanını adım adım gezdim. Bir sürü fotoğraf çektim. Sürekli, kaynakları toplayıp, okuyup araştırdım. Oradaki insanlarla konuştum. Ama, madem ki bir rehberdim, ben de bir rehber gibi yazmalıydım. Aynen guruplarıma anlattığım üslupta, kitaptan konuşuyormuşçasına yazdım. Bölüm aralarına da, kitaba dinamizm getirsin düşüncesiyle, pencereler açıp, semtin temel karakteristik ögeleri hakkında bilgiler verdim. Kahvehaneler, meyhaneler, dergahlar, yangınlar, yağmalar gibi…
– Bu bölgenin öneminden bahsedebilir misiniz? Son yıllarda bu bölgeyle ilgili yapılan restorasyon çalışmalarından…
A.F.Ö.: Bölge, İstanbul’un Sultanahmet, Süleymaniye, Dolmabahçe gibi göz önünde bulunan önemli turistik merkezleriyle karşılaştırıldığında, çok da matah bir yer gibi gözükmüyor. Oysa, Eski İstanbul’un değişik toplumlarının yanyana yaşadığını gösteren çok çeşitli mekanları barındırması bakımından oldukça önem arzediyor. Zaten Avrupalıların ilgisi de bundan. Mesela Rum Ortodoks Patrikhanesi Fener’de, Balat’taki Musevi Hastanesi hala faal, Ayvansaray’daki Bizans’tan kalma Tekfur Sarayı dimdik ayakta, Kariye Müzesi’ndeki mozaik ve freskolarınsa dünyada eşi benzeri yok. Yaklaşık 10 sene önce başlatılan bir rehabilitasyon projesi çerçevesinde, UNESCO ve Fatih Belediyesi’nin ortak çabalarıyla, bir çok eski bina ve tarihi yapı restore ediliyor. Yine Fatih Belediyesi, Ayvansaray Projesi dedikleri, bölgeyi bir baştan öbür başa yürüyerek gezmeyi kolaylaştıracak turistik yolu yapmak için çalışmalara başladı. Kadir Has Üniversitesi’nin açılışı Haliç’e ayrı bir soluk getirdi. Tabi bölgeye gösterilen ilgi, restoran, dükkan vs gibi yatırımların yapılmasına, buna paralel olarak da, emlak fiyatlarının artmasına yol açtı. Fakat, her ne kadar bir hareketlenme olduysa da, henüz çok büyük bir canlamadan bahsetmek mümkün değil.
– Kitapta dip notlara geniş yer ayrılmış, parantez içlerinde önemli bilgiler vermişsiniz. Neler söyleyeceksiniz?
A.F.Ö.: Sizin dip not dediğinize, ben pencere diyorum. Bu pencereleri hem ana gidişatın bazen kaçınılmaz olan monotonluğuna bir nefes aldırsın, hem de bu gidişatı hoş bir şekilde desteklesin diye açmayı düşünmüştüm. Anladığım kadarıyla iyi de yapmışım çünkü bununla ilgili aldığım tüm tepkiler olumlu oldu. Aslında, bildiğimiz şekliyle dip notu özellikle kullanmadım çünkü her ne kadar bilgili de olsam en nihayetinde konuya oldukça hakim bir rehberdim. Yani ne bir arkeolog, ne de bir tarihçiydim, elimden geleni en iyi şekliyle yaparken haddimi de aşmamaya özen gösterdim. Bu bilimsel bir kitap değil, mümkün olduğu kadar benim üslubumda bir gezi kitabı olmalıydı. Ayrıca, bir gezi kitabının görsel yönü olması gerektiğini düşünerek, fotoğraf ve krokilere de bolca yer verdim. Fotoğrafların siyah beyaz olmasını istedim çünkü oraları siyah beyazın daha iyi ifade ettiğini düşündüm. Ayrıca, bu şekilde maliyet de düşüyordu tabi ki!! Kitabın sonuna, teknik kelimeler sözlüğü, kronoloji ve dizin ekleyerek okuyucuya yardımcı olmaya çalıştım. Eh ben daha ne yapiyim :))
– Fener, Balat, Ayvansaray bölgesi için bir günlük turlarda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bize bu rotayı her nokta 6-7 satır olacak şekilde anlatabilir misiniz?
A.F.Ö.: Bölgede yapılan turlarda, her rehber kendine göre bir yol izliyor. Bu yollardan hepsinin de, göreceli olarak avantaj ve dezavantajları bulunmakta. Genellikle Pazar günleri yapılan bu gezide, yemeğin nerede yeneceği, yürüyüşe katılanların yaşı, programın yoğunluğu gibi bir sürü faktörü de göz önüne almakta fayda var. Ben, mümkünse Kariye’den, ama süre sınırlıysa Ayvansaray’dan başlamayı tercih ediyorum, o taraflarda arabayı park etmek de daha kolay oluyor. Ortalama bir gurupta, insanları sıkmamak kaydıyla, dolu dolu bir turu saat 09:15’de başlatıp, Balat ve Fener’i katettikten sonra, 13:00 civarında Cibali’deki restoranlardan birinde bitirebiliyorum. Bu rota üzerinde görülecek çok şey var. Bana göre, Kariye, Ayvansaray, Balat, Fener, Cibali güzergahında illaki gezilmesi gereken yerler şunlar:
Kariye Müzesi: Bence, Bizans’tan günümüze kalmış en nadide eser, hatta bir mücevher diyebilirim Kariye için. Yapı, belki Ayasofya kadar devasa olmayabilir, ama bu küçük kilisenin içi, XIV. yüzyıldan kalma harikulade mozaik ve freskolarla dolu. Duvarlarda, tavanlarda, Meryemana’nın, İsa Peygamber’in hayatı ve mucizeleri, bugün isimlerini bilemediğimiz meçhul sanatçılar tarafından, tıpkı bir resimli roman gibi anlatılmış. Öyle sahneler var ki, dünyanın hiçbir kilisesinde resmedilmemiş. Kariye’yi gezip de etkilenmemeye imkan yok. Kiliseyi camiye çeviren Osmanlı’nın, bu güzellikleri yok etmemesi de ayrıca taktire şayan tabi ki.
Blakherna Ayazması: Ayvansaray’daki Blakherna Meryemana Ayazması, Ortodoks Hıristiyanların en rağbet ettiği kiliselerden biri. Suyunun kutsallığı, her derde devalığı pek meşhur. Bir ara papazının da, koca arayan genç kızları, ettiği dualarla hemen evlendirdiğine çok inanılırdı. Bizans zamanında, şimdiki ufak kilisenin yerinde meşhur Paros mermerlerinden yapılma muhteşem bir kilise varmış. İçinde Meryemana’ya ait olduğu söylenen kutsal eşyalar saklıymış. Çoğu inançlı Rum Ortodoksuna göre, Konstantinopolis’in düşüşünün baş nedeni, kilisenin, kutsal emanetlerle birlikte, kuşatmadan kısa bir süre önce yanmış olmasıdır.
Ferruh Kethüda Camii: Balat’ın girişindeki bu camiyi Mimar Sinan’ın yaptığı söyleniyor. Ferruh Kethüda, Sadrazam Semiz Ali Paşa’nın baş kahyasıymış. Bu Semiz Ali Paşa Osmanlı tarihinin en şişman veziri. Denilene göre, hayatı boyunca iki at hariç, hangi hayvanın üstüne bindiyse çökertmiş… Herneyse, cami, yakın zamandaki restorasyonda çok büyük değişikliklere uğramış, hatta kubbesi yıkılıp, yerine bildiğimiz çatı yapılmış. İçindeki çinilerin çoğu orijinal olmasa da çok güzel…
Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi: Ferruh Kethüda’nın bir sokak yanında, bölgenin tek Gregoryen Ermeni Kilisesi. Hıreşdagabet Başmelekler manasına geliyor. Ortodoks Rum kiliseleri gibi çok fazla ikona yok içeride. Eylül ayının ikinci haftasonu yapılan geleneksel ayiniyle meşhurdur. Din ayırımı gözetilmeyen ayine, çeşitli dertlere şifa arayan bir sürü inançlı insan katılır. Kilisenin içinde, üzerinde ilginç kabartmalar olan çok heybetli bir demir kapı vardır.
Çıfıt Çarşısı: Balat’ın merkezi diyebileceğimiz bu çarşı, aslında, eskiden buralarda yaşayan Yahudilerin bağıra çağıra alış veriş yaptıkları bir yerdir. Zaten Çıfıt da Yahudi demektir. İstanbul’un en eski sinagogları, meyhaneleri, işkembecileri hep bu çarşının etrafındadır. Hala faal olan Ahrida Sinagogu, şimdi kapalı olan meşhur Agora Meyhanesi, meyhanelerden çıkanların uğramadan edemedikleri Tarihi Balat İşkembecisi vs. Bugün Yahudilerden, bir Doktor Davit Eskinazi, bir de manav Davit Amca kalmış buralarda. Hepsi, ya şehrin daha zengin muhitlerine, ya da İsrail’e göç edip gitmişler.
Bulgar Kilisesi: Haliç kıyılarında, neogotik tarzı ve gri rengiyle dikkat çeken bu kilisenin en önemli özelliği demirden yapılmış olması. Sveti Stefan adındaki kilise İstanbul’daki Bulgar Ortodoks cemaate ait. Cemaatin iyiden iyiye azalması nedeniyle de, ayinler neredeyse yapılmaz olmuş. Yine de, son zamanlarda yapılan geniş kapsamlı restorasyon sonrasında, en azından konserler için kullanılarak, kiliseye bir canlılık getirilmeye çalışılıyor. Kilisenin çanları vakti zamanında Rusya’nın Yaroslav kentinde tunçtan dökülmüştür. En büyüğünün ağırlığı yaklaşık 444 kilogramdır.
Kırmızı Mektep: Bölgenin en muhteşem yapısıdır demek, sanırım yanlış olmaz. Sahil yolunda, Balat’tan Fener’e geçerken sağınızda tepedeki bu yapının bir okul olduğunu bilmeseniz, ya Patrikhane binası zannedersiniz, ya da hiç bilmediğiniz bir saray. Oysa, bu Disneylandvari yapı 1881’de açılan meşhur Fener Rum Erkek Lisesi’dir. Mimarı, Avrupa’da inşa ettiği şatolarla tanınan Dimadis’tir. İşin ilinç yanıysa, herkesi haşmetiyle büyüleyen bu koca okulun, bugün sadece bir düzine öğrencisi olmasıdır!
Patrikhane: Aslında tabi ki, bölgedeki en önemli yapı kümesi Fener’deki Patrikhane’dir. Gazetelerde sık sık adı gündeme gelen tüm Ortodoks Hıristiyan aleminin manevi lideri Patrik II. Bartholomeos burada yaşamaktadır. Ayasofya’nın 1453’te, fetihle birlikte camiye çevrilmesinden sonra, bir çok yer değiştirmiş olan Patrikhane, en sonunda, 1600 senesinde buraya taşınmıştır. İçerideki kilisenin adı Aya Yorgi’dir. Aya Yorgi’nin süslemeleri gerçekten harikadır. Kilise, içinde çok eski ikonaları barındırır. Bunlardan Vaftizci Yahya ve Meryemana’ya ait olan mozaik ikonaların, IV. yüzyılda, Büyük Konstantinus’un annesi Helena tarafından Kudüs’ten gönderildiği söylenir.
Güzel restoranların çoğu Cibali’de. Kitapta onlardan ve İstanbul’un değişik mutfaklarından da bahsettim. Artık, restoranınızı seçmek de size veya rehberinize kalsın diye daha fazla bir şey söylemiyorum.
Semtin Sesini Dinledim Yazdım
Sinem Ergun (Ajanda dergisi editörü): Fener Balat ve Ayvansaray semtleri senin için neden önemli, burayı özel kılan nedir senin gözünde?
Ahmet Faik Özbilge: İstanbul’un en şaşırtan semtleridir Fener Balat ve Ayvansaray. Gezdikçe, tanıdıkça özel olduğunun farkına varırsınız; gözleriniz büyür, ağzınız açılır, yüreğiniz kıpraşır; görsel ve duygusul bir şölen içerisinde buluverirsiniz kendinizi. İstanbul’un , Konstantinopolis’in, Bizantion’un ne manaya geldiğini buralarda anlarsınız. Türkün, Rumun, Yahudinin, Ermeninin, Bulgarın, Çingenenin yıllar yılı komşu olarak yaşadığı yerlerdir. 3000 yıllık bu şehrin kültürel mozaiğinin en güzel temsilidir. Öte yandan artık, yok olmuşluğun, terkedilmişliğin, aldatılmışlığın, unutulmuşluğun, değer bilmezliğin de sembolü olmuştur Fener Balat Ayvansaray. Solmuş bir zenginliğin hüznü kaplıdır bu sokaklarda. Buraya ait olmadığı pek belli, vurdumduymaz bir yaşamın cıvıltılarının yükselmesi sevimli gelse de bazen, içinizi burkar. Ve bağlanıverirsiniz birden bu özel dünyaya…
S.E.: Bu üç yeri kısaca nasıl tanımlarsın, ya da bu üç semtle ilgili aklına ilk gelen şey nedir?
A.F.Ö.: Fener diyince, ister istemez insanın aklına Patrikhane geliyor tabi. Gözümün önünde şimdiki Patrik Barholomeos II canlanıveriyor, uzun sakalları ve siyah cüppesiyle. Balat zaten Yahudi Semti tipik evleri, sinagogları ve Çıfıt Çarşısı’yla. Ayvansaray daha bir bağlık bahçelik, surlara dayanmış, şehrin bittiği yere. Barış zamanı huzur, savaş zamanı terörün kol gezdiği bir yer…
S.E.: Kitabının kurgusundan biraz bahseder misin, bu kitapta neler bulabiliriz?
A.F.Ö.: Kitapta rehber Ahmet Faik Özbilge’yi buraları gezerken size de anlatıyormuş şekilde buluyorsunuz. Rehberiniz size sırasıyla Kariye Müzesi, Ayvansaray Surları, Tekfur sarayı, Blakherna Meryemana Ayazması, kiliseden bozma Cabir Camii, Aya Dimitri Kilisesi, Balat Sokakları, Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi, Ferruh Kethuda Camii, Agora Meyhanesi, Çıfıt Çarşısı, Balat işkembecileri, Tur-ı Sina Metokhionu, Bulgarların Demir Kilisesi, Kantemir Sarayı, Kanlı Meryem Kilisesi, Kırmızı Mektep, Patrikhane, Aya Nikola Kilisesi, yine eski bir kilise olan Gül Camii, bir lezzet noktası Kömür Restoran, Yavuz Sultan Selim’e çıkan 40 nerduban, Cibali Kapısı gibi belli başlı yerleri gezdiriyor. Gezi esnasında konuyla ilgili pencereler açılıyor ve saraylar, kahvehaneler, meyhaneler, burada yaşayanların neler yiyip içtiği, İstanbul’un meşhur yangınları, devrin yasaları, kurumları, yaşayanların geçmişte ve bugündeki görüşleri, hatıraları ve temennilerine de yer veriliyor…
S:E.: Bu kitabı hazırlarken aylarca buralarda gezdin, esnafıyla sohbetler ettin, halkıyla tanıştın, birçok dost edindiğine de eminim. Burada yaşayanları bize biraz anlatır mısın, sana yardımcı oldular mı, değişik yaşam hikayeleri karşına çıktı mı?
A.F.Ö.: Beni hala en çok etkileyen Balatlı Leon Brudo olmuştur. Buraları gezip kitabı yazarken dükkanına bir çok kez uğradığım, gönülden konukseverliğini her daim yaşadığım, hatıralarını dinlediğim Leon Brudo ne yazık ki, kitap yayınlanamadan vefat etti. Ona kitabı gösterememek içimde hep bir ukde olarak kalacak… Şimdi Yahudilerden kalan bir tek manav David Amca’yı biliyorum… Blakherna Meryemana Ayazması’na bakan Can’la, Fener’deki ressam Zekeriya’yla, Daphne Oteli işleten mimar Defne Hanım’la, şimdi adını unuttuğum Cabir Camii’nin nüktedan imamıyla çok sohbet ettik. Gazeteci Ersin Kalkan’ın buralarla ilgili adını çok duydum, hatta Fener’deki evinin önünden de çok geçtim ama kendisiyle tanışma fırsatım olmadı. Bir keresinde de, Fener’le ilgili bir belgesel çekimleriyle uğraşırken Yalçın Küçük’le karşılaştık, tanıştık, konuştuk, ben çok keyif aldım. Orada bir ev aldığını söylemişti. Bu yanıtlar soruna tam cevap olmadı pek ama aklıma da bunlar geldi işte…
S.E.: Kitabında İkinci Bizans diye adlandırdığın dehlizler ve tünellerden bahsediyorsun, bir yeraltı turizmi fırsatı olabilecek bir zenginliğe sahibiz fakat araştırması yapılmayan ve koruma altına alınmayan bu değerler atıl olarak beklemekte, sence bunun sebebi nedir, ne yapılmalı?
A.F.Ö.: Açıkçası, daha önceleri bunlar özellikle saklanıyor, unutulsun isteniyor, hatta mümkünse yok ediliyordu diye düşünüyorum. Bunun da Türkleştirme ve Türklük öncesi geçmişi unutturma politikalarıyla alakalı olduğundan fazla kuşkum yok. Şimdilerde buraların değerinin farkına varıldı. Ama yeni bir tehlikeyle karşı karşıyayız : O da bu değerlerin korunmasından, buna paralel olarak kültürel zenginliğimizin artmasından, oralarda yaşayanların faydalanmasından ziyade nasıl yaparız da biz buraları ranta dönüştürürüz düşüncesi. Şimdi sorulsa bir sürü proje ve çalışma olduğundan bahsedilir. Ama bu projelerin genelinde önceliğin ne olduğuna iyi bakmak lazım… Üniversitelerin konuyla ilgili bölümlerine yeterli bütçeler ayrılmalı ve bölge artık gerçekten bilim insanlarına teslim edilmelidir. Yapılacak kapsamlı kazılar ve restorasyonlarla bu yeraltı tünelleri gayet güzel bir şekilde turizme ve eğitime açılabilir ve bu belli bir kesimin değil tüm Türkiye’nin, hatta dünyanın kazancı olur.
S.E.: Kitabında Osmanlı döneminde meyhanelerde yaşanan çok hoş hikayeler ve gelenekler var, bu meyhanelerin çoğu Fener ve Balat ta. Günümüzde de devam ediyor mu meyhanecilik geleneği buralarda, müdavimleri var mı?
A.F.Ö.: Meyhanelerin çoğu Balat Meydanı civarında. Ama bayrağı Beyoğlu’na ve diğer bazı meyhane semtlerine kaptırmış durumdalar. Müdavimler daha ziyade oralarda oturanlardan. Fakat öte yandan, işkembe konusunda Balat hala bir numara. En büyük üzüntüm, yıllardır kapalı olan Agora Meyhanesi’ne bir el atılamamış olması. Kitabı yazmadan çok önce bir kere gidip fıçıların üstünde içki içme fırsatım olmuştu, artık hayal gibi, gitgide hafızamdan siliniyor, yoksa uyduruyor muyum dediğim dahi oluyor.. Ersin Kalkan’ın aldığını ve meyhaneyi tekrar hayata döndüreceğini duymuş sevinmiştim ama yıllar geçti, olmadı işte…
S.E.: Buralara düzenlediğin turlarda İstanbul’da yaşayan ama bu semtlere hiç gelmeyen veya buradaki tarihsel mozaik hakkında hiç bilgisi olmayan İstanbullulara sık rastlıyor muydun, bunun sebebi nedir sence?
A.F.Ö.: Düşünüyorum da, meslek olarak rehberliği seçmiş olmasaydım, ben de gelir miydim acaba! Bu hayat koşulları, içinde çırpındığımız sistem ne yazık ki çoğu zaman burnumuzun dibindeki değerleri görmemize engel oluyor, tabiri caizse çoğu zaman fani işlerle uğraşıp bir ömrü tüketiveriyoruz. Geçenlerde Galatasaray’dan bir arkadaşım fotoğrafçı Niko Guido televizyona çıktı, Okan Bayülgen’in programına. Gerçi Okan’la da bir sene aynı dönemde okuduk ama pek muhabbetimiz olmamıştı. Her neyse, diyeceğim, Niko yıllarca rehberlik, turizm işletmeciliği, mağazacılık yaptıktan sonra, onu asıl mutlu edenin fotoğraf çekmek olduğunu fark edip turizmi bıraktığını ve şimdi hem sevdiği bir işi yaptığını hem de başarıyı yakaladığını o kadar güzel anlattı ki. Etrafımıza, sevdiklerimize, yaşadığımız yere biraz bakabilsek, ama gerçekten görmek amacıyla bakabilsek…
S.E.: Yolumuz bu bölgeye düşerse mutlaka görmemiz gereken yerler neresidir sence?
A.F.Ö.: Aslında daha önceki sorulardan birinde buna yanıt vermiş bulundum ama az vakti olanlar için şöyle söyleyeyim; Kariye Müzesi, Patrikhane ve Bulgar Kilisesi’ne mutlak gidin. Kömür Restoran’da ya da Cibalikapı Balıkçısı’nda da bir şeyler atıştırın…
S.E.: Diğer kitabından “İstanbul’dan Kapadokya’ya” dan da bahseder misin?
A.F.Ö.: Buna sadece benim kitabım dersek büyük haksızlık olur. İçinde benim dışımda çok değerli rehber dostlarımın yazıları da var. İstanbul’da başlayıp Kapadokya’da sona eren bir gezi gibi oldu bu da. Ama herkes kendi bildiği, içinden geldiği gibi yazdı. Bence ülkemizin iki önemli kültür merkezi arasında çok hoş bir köprü kurdu bu kitap. İçinde Ayasofya’dan Topkapı’ya, Yerebatan’dan Pierre Loti’ye, Süleymaniye’den Boğaziçi’ne, Ankara’ya, Anıtkabir’e, Tuz Gölü’ne, derken peribacalarına, yer altı şehirlerine, Göreme’ye, Zelve’ye harikulade değerlerimizi anlattık. Otobüsten inip tekneye bindik, kah yürüdük, kah balonla dolaştık, yedik içtik, yine insanlarla kaynaştık. Dostlarla birlikte neler yapılabileceğini gösteren, içi şaşırtıcı bilgi ve gözlemlerle dolu çok hoş bir kitap oldu. Biraz sizin dergi gibi yani diyelim olsun bitsin işte…